ائلچین  کتاب

ائلچین کتاب

تورک دیلی و ادبیاتی
ائلچین  کتاب

ائلچین کتاب

تورک دیلی و ادبیاتی

Neşet Ertaş -Sevda Olmasaydı



Sevda Olmasaydı

Neşet Ertaş

Sevda olmasaydı da
Gönüle dolmasaydı
Dünya neye yarardı da
Güzeli olmasaydı
 
Nar danesi danesi de
Seviyom merdanesi
Güzellerin içinde de
Sevdiğim bir danesi
 
O yâr zülfünü tarar da
Gönül dengini arar
Bu dünyada sevmeyenler
Ahrette neye yarar
 
Nar danesi danesi de
Seviyom merdanesi
Güzellerin içinde de
Sevdiğim bir danesi
 
Sevda ömür çürütür
Has bahçenin gülüdür
Sevmeyeni neyleyim de
Sevenim sevgilidir
 
Nar danesi danesi de
Seviyom merdanesi
Güzellerin içinde de
Sevdiğim bir danesi




Zindandan Mehmet`e Mektup- Necip Fazıl Kısakürek




Zindandan Mehmet`e Mektup
Necip Fazıl Kısakürek

 

Zindan iki hece Mehmetim lafta! 
Baba katiliyle baban bir safta! 
Birde geri adam boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed` im! 
Kavuşmak mı? ... Belki... Daha ölmedim! 

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli, 
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yolda tutuktur hapse düşeli...
Git vegel... yüz adım... Bin yıllık konak.
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak

Bir alem ki, gökler boru içinde! 
Akıl almazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde: 
Düşün mü, konuş mu sus mu unut mu, , ? 
Buradan insan mı çıkar, tabut mu? 

Bir idamlık Ali vardı, asıldı
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, Bir kaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil; 
bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Müdür bey dert dinler bu gün `maruzat`! 
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş kim eder azat? 
Anlamaz; yazısız, pulsuz dilekçem...
Anlamaz ruhuma geçti bilekçem! 

Saat beş dedi mi, Bir yırtıcı zil; 
Sayım var, Maltada hizaya dizil! 
Tek yekün içinde yazıl ve çizil! 
İnsanlar zindanda birer kemiyet
Urbalarla kemik, Mintanlarla et.

Somurtuş ki bıçak, Nara ki tokat; 
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccademin yüzünde şevkat; 
Beni kimsecikler okşamaz madem; 
Öp beni anlımdan, Sen öp seccadem! 

Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan! 
Dakika düşelim senelik paydan! 
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin; 
Köpük köpük, Duman duman erisin! 

Peykeler duvara mıhlı peykeler; 
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler, 
gömülmüş duvara, baş baş gölgeler
Duvar katil duvar, yolumu biçtin! 
kanla dolu sünger... beynimi içtin! 

sükut... kıvrım kıvrım uzaklık uzar; 
Tek nokta seçemez Dünyadan nazar.
Yerinde mi acep ölü ve mezar
yer yüzü boşaldı, habersiz miyiz? 
Güneşe göç varda kalan biz miyiz? 

Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir, 
Ne gelirki elde kader bu emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık; 
Dünya ya kapalı, Allah`a açık.

Dua dua, eller karıncalanmış; 
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, Bir tütsü Bir uçan buğu
İplik ki incecik, örer boşluğu.

Ana rahmi zahir şu bizim koğuş; 
Karanlığındanur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş! 
Sen bir devsin yükü ağırdır devin! 
Kalk ayağa dim dik doğrul ve sevin! 

Mehmed`im sevinin başlar yüksekte! 
Ölsekte sevinin, eve dönsek de! 
Sanma bu teker kalır tümsekte! 
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! 
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! 

Canakkale Sehitlerine



Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 

Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "

Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. (1) 

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, (2) 

Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada! 

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; 

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ! 

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,

Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! 

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 

Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman? 

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 

Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer; 

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi; 

"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.

Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, (3) 

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 

"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.

"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, (4) 

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; 

Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 

Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem; 

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

(1) İlk baskılarda:...kum gibi, mahşer mi, hakîkat mahşer.

(2) İlk baskılarda:...duruyor karşında,

(3) İlk baskıda: Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

(4) İlk baskılarda: Ebr-i nîsânı açık...

Mehmet Akif Ersoy




Cemal Süreya - Uzaktan Seviyorum Seni




Uzaktan Seviyorum Seni

uzaktan seviyorum seni

kokunu alamadan,

boynuna sarılamadan

yüzüne dokunamadan

sadece seviyorum

 

öyle uzaktan seviyorum seni

elini tutmadan

yüreğine dokunmadan

gözlerinde dalıp dalıp gitmeden

şu üç günlük sevdalara inat

serserice değil adam gibi seviyorum

öyle uzaktan seviyorum seni

yanaklarına sızan iki damla yaşını silmeden

en çılgın kahkahalarına ortak olmadan

en sevdiğin şarkıyı beraber mırıldanmadan

öyle uzaktan seviyorum seni

kırmadan

dökmeden

parçalamadan

üzmeden

ağlatmadan uzaktan seviyorum

öyle uzaktan seviyorum seni;

sana söylemek istediğim her kelimeyi

dilimde parçalayarak seviyorum

damla damla dökülürken kelimelerim

masum beyaz bir kağıtta seviyorum”

Ben Sana Mecburum Şiiri | Attila İlhan -Sesli Şiir


Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
İçimi seninle ısıtıyorum
Ben sana mecburum bilemezsin

Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Sevmek kimi zaman rezilce korkudur
Ben sana mecburum sen yoksun İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan Kimi zaman ellerini kırar tutkusu Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Belki Haziranda mavi benekli çocuksun
Sana kullanılmamış bir gök getirsem Haftalar ellerimde ufalanıyor Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem Ben sana mecburum sen yoksun
Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Sus deyip adınla başlıyorum
Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor Ne vakit bir yaşamak düşünsem Bu kurtlar sofrasında belki zor Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Ben sana mecburum bilemezsin..
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak

Attila İlhan